Medeniyet İlk İnsanla Başlar
İnsanlık tarihini belirli dönemlere hapsederek, geleceği şekillendirmeye çalışan görüşlerin aksine ilk insan ilkel değildir. Düşünme ve düşüncesini eyleme geçirme konusunda oldukça maharetli olan insan, kâinatta var olan canlı-cansız bütün varlıklarla etkileşim halindedir. Octavio Paz’ın, “Yalnız olduğunu bilen ve bir başkasını arayan tek varlık insandır” ifadesi bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Yaratılışın mayasında var olan medenilik, kendisini ilk olarak Hz. Adem’de göstermiştir. Kendisine öğretilen esma ve ilim ile yeryüzüne teşrif etmiş, peygamberlik vazifesiyle üstünlüğü tescil edilmiş, vahiy ile desteklenmiş insan elbette medenilikten uzak, ilkel bir yaşama sahip olmayacaktır. Medeniyetin kurucusu Hz. Adem olduğuna göre, ilk temeller de onun ailesi ile atılmıştır. Daha sonra gelen peygamberler de kendi toplumlarının kurucusu, inşa edeni, eğiticisi ve rol modeli olmuştur.
İlk insandan itibaren değişim ve gelişim gösteren dünya, nesiller arası bilgi ve beceri aktarımını uyum içinde sürdürebilmek için eğitime muhtaçtır. Çünkü her medeniyet, omurgası niteliğindeki eğitimle kimlik kazanır ve varlığını o ölçüde sürdürür. Üstelik canlı bir unsur da olduğundan, belirli bir seviyede tıkanıp kalması düşünülemez. İnsani ve evrensel değerlere, doğal yapıya ve çevre şartlarına, akli ve ruhi dengeleri birlikte yürütmeye bağlılığı ölçüsünde başarılı olur. Antik Çağ’ın Atina’sını Spartalılara üstün kılan şey, bu birliktelikleri sağlamalarıydı. Tıpkı Orta Çağ’da doğunun batıya, Yakın Çağ’da da batının doğuya üstün olduğu gibi.
Medeniyetler, Toplumların Birbirini Etkilemesi İle Gelişir
Medeniyet, nesillerin birbirine devrettiği değerler ve öğretilerin tümünü kapsamaktadır. Bunların yaygınlaştırılmasındaki yegâne amaç ise geleneğin korunarak geleceğe taşınmasıdır. Böylece hem nesillerin hem de toplumların devamı sağlanacaktır. Madem korunaklı ve sağlam medeniyetler inşa edilecek, eğitimin öncelikli hedefi nedir? Tabi ki insan! Onun yetiştirilmesi ve geliştirilmesi, medeniyetlerin bekası için önemlidir. Günümüzde varlığını devam ettiremeyen toplumların yok oluş sürecindeki temel faktörlere baktığımız zaman iki durum karşımıza çıkar; insana verilen değerin azalması ve eğitim kalitesinin düşmesi. Değilse bu yok oluş süreci, sadece savaşlara, doğal afetlere vb. olaylara bağlanamaz. Bunun için yakın tarihimize, Osmanlı’nın keyfiyete ve atalete düşkün son demlerine bakmak yeterli olacaktır. Kültürel miras, dönem yaşantısı, şehirleşme, estetik ve mimari unsurlar, vicdani ve ahlaki dinamikler çağın gerektirdiği insan tipi ve eğitimi doğrultusunda desteklenmedikçe, tarihin tekerrürden ibaret olan meşum gerçeği ortaya çıkacaktır: Yok olma!
Medeniyetler, doğal olarak birbirlerinden etkilenmişlerdir. Mısır ve Mezopotamya medeniyetlerinin muasır ve ileri dönem medeniyetlerine zemin teşkil ettiğini göz ardı edemeyiz. Yunan filozofların Mısır’a kadar gidip orada eğitim görmeleri buna somut bir örnektir. Yine Antik Çağ Yunan medeniyetinin günümüz batı medeniyetine ilham olduğu gerçeği, herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bu aynı zamanda etkileşime açık toplumların, miraslarını hem kendi nesillerine hem de çeşitli uygarlıkların nesillerine aktarmasını kolaylaştırmıştır. Yalnızca fiziki ihtiyaçları doğrultusunda gelişimini sürdürmeye çalışan toplumların yapacağı bir şey değildir bu. Kültür, ahlak, sanat ve en önemlisi eğitim konularında kendisine hedef çizen ve bu hedeflere ulaşmaya çalışan toplumlar hem kendi kuşağı içindeki gelişime hem de aktaracakları mirasla gelecek nesilleri koruma içgüdüsüne sahip olduklarını göstermektedir. Aksini düşünmek ise benliğine yenik düşen egoist bir yapı ortaya çıkarır ki, kendi medeniyetini katletmek böyle olsa gerek. Uygarlık tarihçisi Will Durant’ın bu noktadaki tespiti gerçekten önemlidir: “Düşüncenin genişletilmesine yaptığı hizmetten sonra, konuşmanın en büyük armağanı eğitim oldu. Medeniyet, ferdin gelişimi sırasında, zihni hayatın gıdalandığı sanat ve hikmetlerin, davranış ve ahlaki inanışların birikimi, bir hazinesidir. Her neslin, ırkının mirasını yeniden kendine mal edemediği yerlerde medeniyet aniden ölür. Medeniyet hayatını eğitime borçludur.”
Medeniyetleri Birbirinden Ayıran Temel Etken Eğitimdir
Batının ilk eğitmeni, kuşkusuz Antik Çağ Yunan medeniyetidir. O dönemden bu yana eğitim, daha özgürlükçü bir forma sokularak günümüze ulaşmıştır. Ancak rol model alınan eski Yunan medeniyetinde iki yapı dikkat çeker. İçe dönük ve kendi fizyolojik yapısı içerisinde savaşçı/vatansever bir toplum olan Spartalılar ile beşerî ilimlerle varlığını sürdürmeye çalışan Atinalılar. Sparta, zamanla bulunduğu fasit dairede yok olurken; Atina’nın gelişimi uzun soluklu olmuştur. Bu gelişimde felsefe, güzel sanatlar, demokrasi eğitimleri ile bilim önemli bir yer tutar. Sonraki dönemde Roma’nın parçalanmasıyla birlikte varlığını Bizans olarak sürdüren Doğu Roma, din ve edebiyat konusunda özellikle Batı Avrupa’yı etkilemiştir. Rönesans ve Reform hareketleriyle dönemsel geçiş yapan batı, matbaanın sayesinde özellikle eski Yunan ve Roma eserlerini çoğaltmış ve skolastik yapıya özgürlükçü düşünceyle darbe vurmuştur. Ancak bunların yanında coğrafi keşiflerin olumsuz özellikleri de gün yüzüne çıkmış, sömürgecilik ve misyonerlik faaliyetleri yaygınlaşmıştır. Beşerî ilimleri ve din eğitimini kendi menfaatleri doğrultusunda; insana ve doğaya hâkim olma, medeniyet adı altında insanlara zorla kabul ettirme ve dünyayı paylaşma şeklinde kullanınca güvenilirliğini ve çok methettiği hümanist yapısını kaybetmiştir.
İslamiyet öncesi Türk tarihine kısaca baktığımız zaman yaşam şekilleri ve coğrafi etkenlerin, eğitimi şekillendiren unsurlar olarak dikkat çektiği görülmektedir. Töre yoluyla ve genellikle sözel bir bilgi aktarımı söz konusudur. Öğretici özelliğe sahip olup, ahlak ve terbiye ögelerini barındırmaktadır. Sözel bilgi aktarımı batıya nazaran mesleki eğitim uygulamalarının yaygın olmasını da etkilemiştir. Özellikle Göktürkler ve Uygurlar ile başlayan süreçte, yerleşik hayatın da etkisiyle Türkler arasında okur yazarlık oranının arttığı ve yazılı eserlerin çoğaldığını görmekteyiz. Burada en bariz ayrışmaya Uygurlarda rastlarız. Çeşitli milletlerle etkileşime girmeleri, edebiyat, sanat ve hukuk alanlarında eserler ortaya koymaları, üstelik farklı devletlerin bürokratik kademelerinde görev almaları onları diğer Türk toplumlarına nazaran ön plana çıkarmaktadır. İslamiyet’le birlikte muhatap alanı genişleyen Türk medeniyeti, aynı zamanda kendi gelenek ve göreneklerini İslam medeniyetinin unsurlarıyla birleştirerek adına Türk-İslam sentezi denilen yeni bir form ortaya koymuştur. Bu süreçte müspet ilimlere ve felsefeye olan ilgi artmış, tercümesi yapılan eserlerle istifade olanağı genişlemiş ve gelişen sürede kurulan eğitim yapıları ve kanalları Avrupa’yı etkilemiştir. Selçuklular dönemindeki Nizamiye Medreseleri, Fatih dönemindeki Sahn-ı Seman ve Tetimme Medreseleri gibi eğitim kurumları gördükleri vazife bakımından ne kadar önemli olduklarını göstermişlerdir.
Osmanlı’da eğitim her zaman dini ve ruhsal yapıyı referans almış olup, müspet ilimler bunun etrafında gelişmiştir. Darüşşifalarda hastaların musiki ve botanik ilmiyle tedavi edilmesi, ırkçılığın yerine hoşgörüyle diğer milletlerin kuşatılması gibi örnekler hep bu çerçevede açılan eğitim kanallarıdır. Aynı zamanda Osmanlı medeniyetinin eğitim sistemi mimaride de kendisini göstermiştir. Medreselerin iklim ve eğitim sistemine bağlı olarak geniş avlulu yapılması ve küçük odalarla tezyin edilmesi, Darüşşifa odalarının küçük ve steril olması, astronomi çalışmalarının yapıldığı kurumlarda kubbelerin kesilerek gözlem kuyuları yapılması, ruhani bir hava inşa etmek maksadıyla mavi ve yeşil çinilerin kullanılması bunlara örnektir. Ancak Osmanlı medeniyeti her ne kadar yükselme ve gelişme çağının meyvelerinden bolca istifade etmişse de belli bir dönemden sonra içe dönüklüğün başlaması, kendini dışa kapatma ve reddetme, inatlaşma rahatsız edici boyutlara ulaşmıştır. Matbaanın geç girmesi sonucu bilgi aktarımının ve diğer milletlerle etkileşimin zayıflaması, sadece mesleki ve dini eğitimin ön planda olması gelişimi durdurmuştur. Medreselerin de işlevini yitirmesi sonucu buralarda görev yapan eğitimcilerin dini yozlaştırarak halka sunması, bu medeniyeti iflasın eşiğine getirmiş ve belli bir süre sonra da yıkmıştır.
Sonuç Olarak
Özgürlük çağı olarak da adlandırılan günümüzde, temel sorun insanın anlaşılmasıdır. Belki de doğru anlaşılan insan, medeniyetlerin ve medeniyetleri inşa eden toplumların menfaati doğrultusunda yanlış bir yola sevk edilmektedir. O yüzden böyle bir dönemde üzerinde durulması gereken en hassas nokta, eğitimin kalitesidir. Ders ve kaynak kitapların içerik olarak durumu, bu içeriğe yön veren müfredat yapısı, müfredat yapısına etki eden ve onu şekillendiren felsefi ve siyasi yaklaşımlar, etkisini (olumlu veya olumsuz) giderek artırmaktadır. Olumsuz tarafıyla durumu değerlendirdiğimiz zaman ortaya çıkan sonuç şudur: Menfaat ve benlik duygusuyla hareket eden sistemlerin hem insana hem de topluma zarar vermesi kaçınılmazdır. Üstelik kapalı ve baskıcı bir eğitim modelini toplumun hem bilincine hem de yaşantısına ortak ederek, zaten yaratılıştan medeni olan insanı, en alçak zeminlere çekmektedirler. İnsanı da merkeze almadığı için egemen güçler kendisini tanrılaştırmış olur ki bu, medeniyetin gelişimini durduran ve yok oluş sürecine götüren en önemli unsurdur. Peki ya olumlu tarafıyla değerlendirirsek? Ahlak ve fazilet unsurlarıyla kendini inşa eden bir medeniyet, temel prensip olarak Hakk’ı ortaya koymaktadır. Özgürlükçü bir anlayışı, savurganlığa, istismara ve ihmale bulaştırmadan; ruhun muhtevasını, insanın hakikatini barındıran hikmetlerle süsleyecek şekilde geliştiren canlı bir mekanizma ortaya koymaktadırlar. Çünkü insan maddi doyumun yanı sıra, fıtraten manevi doyuma da muhtaçtır.
Hiçbir dönemde doğu ve batı (artık böyle tanımlar yerelleşen bir dünyada ne kadar doğrudur, tartışılır) birbirine bu kadar yakınlaşmamıştı. Medeniyetlerin birbirini inşası hiç bu kadar kolay olmamıştı. Ulusların kendi benlikleriyle gerek yerel gerek evrensel olarak oluşturdukları değerler ve bunların içerik-etki bakımından zenginleşmesi; birbirini yıkan ve geliştiren medeniyetleri birbirine daha bağlı hale getirmiştir. Batı medeniyetinin ekseriyetle seküler bir anlayış çerçevesinde dine ve dile müdahale etmesi, insanı tanrılaştırma ve köleleştirme politikası eğitimin bir nevi karanlık yanını da ortaya koymaktadır. Karanlık belli bir noktaya kadar sürdürülebilir ancak sabahın varlığı unutulmamalıdır. Hele ki enkazın altında hala canlı bir şekilde kendini koruyan Türk-İslam medeniyeti varken… Ancak her ne kadar ruhen birbirinden ayrı dursalar da geçmişte doğunun batıyı aydınlatması kadar, günümüzde batıdan alabileceği eğitim kaynakları doğu için hala mevcut. Tek mesele bunları uyarlayabilmektir, uygulamak değil!